13 Şubat 2009 Cuma

sevinç

DOLAP

Baba, dedim, nasıl oluyor?
Arabadaydık. Babam telefonda onunla konuşuyordu. Sesi kısıktı, pek bir şey anlamıyordum konuşmasından.
Kapatıyorum canım, dedi. Bana döndü: Ne nasıl oluyor yavrucuğum?
Bazen bir şeyler istiyorum. Sana anlatıyorum. Sonra onu okuldaki dolabımda buluyorum baba. Nasıl oluyor?
Babam arkasını dönüp bana baktı. Araba kullanırken yapmaz bunu oysa.
Sen derslerini çalışıyorsun ya, ne dilersen oluyor yavrucuğum, dedi. Bunu anlamayacak ne var?
Okulu da dersleri de sevmiyordum aslında. Okulun en güzel yanı, dolabımda bulduğum armağanlardı.
Baba ama bazen kendi kendime bir şeyler diliyorum, ertesi gün dolabıma baktığımda orda olmuyor. Sana söylediklerimiyse dolabımda buluyorum.
Yavrucuğum, dedi babam… Sesi nasıl da canlıydı. Yine telefonuna uzandı. Şimdi söyle canım!
Babam bir benimle bir de telefondakiyle böyle konuşuyor. Acaba o da mı babamın kızı?
Dayanamadım sordum: Baba o konuştuğun da senin kızın mı?
Ben kapatmalım, dedi. Bana döndü yine. Nerden çıkardın bunu Nurum? Gülüyor. Gülmesi iyi. Babam çoğu zaman sakindir. Sesini yükseltmez. Ama çok az gülüyor. Özellikle sabahları beni okula bırakırken gülüyor. Babam beni bıraktığı için mi seviniyor? Bunu sormalıyım:
Baba beni okula bıraktığın için mi mutlusun?
Nurum seninle ben her zaman mutluyum.
Demek yüzündeki değişim benimle ilgili değil. Ben, her zamankiyim.
Beni bıraktıktan sonra işe gittiğine göre işi onu bizden daha mı mutlu ediyor?
Baba akşamları neden böyle mutlu değilsin?
Yoruluyorum işyerinde meleğim.
Anlaşıldı, onu mutlu eden işi de değil. Demek ki…
Baba, dedim, sabahları hep sen onu arıyorsun. O neden seni aramıyor?
Babam sorarcasına aynadan bana baktı. Ben seni arıyorum, annem seni arıyor, teyzem, halamlar, anneannem… herkes seni arıyor. O seni neden aramıyor baba? Bir kere de o arasın.
O arayamaz kızım, dedi.
Neden baba? Çok mu küçük? Aramayı bilmiyor mu?
Babam yanıtlamadı. Ama ben o konuştuğu kişinin çok küçük olduğuna karar verdim. Benden küçük olmalı. Öyleyse kesin kızıdır. Benim bilmediğim bir kızı var. Annem de mi benden saklıyor? Öyle ya, babamın kızıysa, annemin de kızıdır.
Arabadan inerken aklım karışıktı. Babam seslendi: Öpüşmüyor muyuz?
Sen şimdi öteki kızına gidersin, onunla öpüşürsün, dedim. Kırgındım. Babam öyle çok güldü ki kırgınlığım daha da arttı. Arabadan indi. Geldi beni kucakladı. Sıktı, sıktı. Kalbinin sesini duydum.
Akşam uykum geldi, babam eve gelmedi.
Annem televizyon izliyordu. Anne arayalım mı babamı, nerde kaldı? Babamın toplantısı varmış, geç gelecekmiş.
Annemin bana bakmadan konuşması bu kez canımı yaktı. Tabi, dedim, çocuk var çünkü karşınızda.
Hırsla yastıkları yere fırlattım. Çığlık çığlığa bağırdım. Bir kızınız daha var değil mi? Benden niye saklıyorsunuz?
Annem nerden çıkardın ne kızı dedikçe daha çok bağırıyordum: Babam her sabah onu arıyor.
Annem şaşkınlıkla yüzüme baktı.
Anne, dedim, onu da beni sevdiği gibi seviyor. Benimle konuştuğu gibi konuşuyor onunla. Ağlamaya başladım. Sabahları onu arıyor anne. Babam arıyor. Her sabah. Onunla konuşurken gülüyor. Anne sen de arıyor musun onu?
Annem bir koltuğu çöktü. Sessizliğe gömüldü. Odama gittim. Ağladım biraz. Çıktım sonra. Annem telefonda biriyle konuşuyordu. Teyzemle. Sabahları erken çıkıyordu, sonra dönüp Nur’u alıyordu. Nur’un okuldaki dolabına bir şeyler bırakıyorum diyordu sorduğumda. Demek onu görmeye gidiyormuş.
Nasıl yani? Onları babam mı dolabıma bırakıyordu? Niye evde vermiyordu ki bana?

Ertesi sabah babamı görmedim. Artık bizimle yaşamayacaktı. Onunla hafta sonları görüşmeye başladık. Bazen okuldaki dolabımda armağanlar buluyordum. Anlıyordum ki babam gelmiş. Anlıyordum ki babam beni düşünüyor.

Bir sabah servisten indim. Babamı gördüm. Okuldan çıkıyordu. Yanında bir kadın vardı. Babama baktığımda, yüzünden, yanındaki kadının sabahları konuştuğu kişi olduğunu anladım. Babam gülüyordu. Anlamadığım iki şey vardı: Koca kadın telefon etmeyi bilmiyor muydu, bir. İkincisi, madem babamın başka kızı yoktu, öyleyse annem niye babamdan ayrıldı?
Annemin babama haksızlık ettiğine karar verdim.

masumiyet

METRES

"Anne," dedim, "metres ne demek?"
Annem bir an durdu, sonra duymamış gibi ağzındaki lokmayı çiğnemeyi sürdürdü.
"Anne," dedim, "sana diyorum, metres ne demek?"
"Nerden çıktı bu Nur?" diye sordu annem.
"Teyzemle konuşuyordunuz ya... Hani parasını metrese harcıyormuş..."
Annem başını kaldırmadan yemeyi sürdürdü. Babamsa hışımla anneme bakıyor, onunla göz göze gelmek için bekliyordu. Dayanamadı, adeta tıslarcasına, "Çocuğun yanında böyle şeyler konuşmaya utanmıyor musun?" dedi. Annem son derece sakin, "Sen?" diye karşılık verdi. "Sen hiç utanıyor musun?"
Sonrasında bir şeyler daha söylediler birbirlerine. Dinlemedim.
Demek metres utanılacak bir şey...
Metresin ne olduğunu öğrenmek için can atıyordum; ama içimden bir ses ağzımı açmamam için beni uyarıyordu. Elimle ağzımı kapadım, kapadım; ne olur tek söz çıkmasın ağzımdan diye sımsıkı kapadım. Öyle ki kısa sürede nefessiz kaldım, öksürmeye başladım. Babam yerinden kalkıp benimle ilgilendi. "Nurum, hadi bir iki yudum su iç. Hadi biriciğim!" Annem tabağından başını kaldırmıyor.
Yemekten sonra hemen yatağıma gittim. Tartışmaları sürüyordu. Dinlemek istemesem de bazı sözler kulağıma çalınıyordu.
Annemle babamın tartışmasından hoşlanmıyorum. Son zamanlarda sık sık tartışıyorlar. Neyin iyi olduğu, neyin doğru olduğu üzerine çok sık tartışıyorlar örneğin.
Belki bu arada metresin ne olduğuna karar verirler, diye düşündüm.
Yatağımda dönüp duruyorum. İçerden televizyonun sesi geliyor. Şimdi biliyorum ki yanlarına gitsem, bana, "Hadi sen odana!" demezler. "Ne olur biraz daha izleyeyim babişko!" diyemem. Bunları söylemeyecek olduktan sonra, ne zevki kalır televizyon izlemenin...
Yine de dayanamadım, gittim. Babam koltuğa uzanmış. Bir elini alnına koymuş. Annem görünürde yok. Usul usul yaklaştım, yaklaştım, babam dalgın dalgın bakıyor. "Babişko!" Şöyle bir çevirdi başını. Gülümsedi. Kolunu kaldırdı: "Gel Nurum!"
Gittim önce koluna yattım. "Rahat mısın?" diye sordu.
"Rahatım babacığım!"
"Hıh! Tamam!"
Sonra dayanamadım, göbeğinin üstüne yattım. Saçlarımı ensemde topladım elimle. Hemen eli geldi, ensemi buldu.
"Hıh! Tamam!"
"Baba," dedim fısıltıyla, "hani bir kadın var ya... Hani ikimiz gidiyoruz arada. Anneme söylemiyorum hani..."
Babamın yüzüne baktım. Babam tam bir şey söyleyecekti, elimle dudaklarını kapadım. "Annem geliyor, sessiz ol."
Sahiden annem yanımızda bitiverdi, sert bir sesle: "Nur, yatmadın mı daha?"
"Gidiyorum anne, beş dakikacık!" dedim.
Annem banyoya gitti. Kapıyı kapamasını bekledim. Fısıldayarak, "Ben anladım baba," dedim. "Metres, işte o kadın. Hep uzun elbiseler giyiyor."
Babam, dargın bir sesle, "Bunu nereden çıkardın Nurum..." dedi.
"Baba," dedim, "metres işte... Uzun uzun elbiseleri var. Kim bilir kaç metre..."
Annem banyodan çıktı, beni kolumdan çekip babamın kucağından aldı. Babamı öpemedim bile.
Yatağıma yatarken anneme baktım.
Annem elbise giymezdi. Etek de giymezdi. Çeşit çeşit pantolonları vardı.
Annem kendimi bildim bileli erken kalkardı, işe babamdan önce giderdi. Beni okula babam bırakırdı.
Annem eşti, o kadın metres. Annem pek gülmezdi. Babam bir gün bana, o kadın için, "Güzel gülüyor, değil mi?" diye sormuştu.
Büyüyünce ben de metres olur muyum diye düşündüm.

sinir

YUMURTA

Kabahat bende. Çocuk defalarca yalvardı: Ne olur gitmeyeyim anne. Ne olur!
Ne var canım, dedim, komşulukta lafı mı olur.
Benim adamın canı ayran çekti, evde de yoğurt kalmamış. Git dedim iste Ayşe Yengenden.
Odunun iyisi meşe, evin iyisi köşe, kadının iyisi Ayşe. Değil mi ama?
Çocuk geldi iki gözü iki çeşme. Elindeki tası yere fırlattı.
Ne oldu, dedim. Benim oğlum pek sinirli değildir. Ne oldu?
Anne, dedim sana yollama beni diye.
Israr ettim. Sonunda söyledi: Anne köpeğe verdikleri tasla verdi bana.
Vay seni Sidikli Ayşe vay! Dayanacağım kapısına ama kabahat bende. Hayır kendim de gitmedim. Bu fakirim dedi kaç kere gitmeyeyim diye.
Sabaha kadar söylendim durdum.
Ertesi gün öğlene doğru Mustafa'nın sesini duydum kapıda. Anası gibi kırmızı kafalı! Birden sinirim tepeme çıktı ya, onun ne günahı var. Kapıyı nasıl da yumrukluyor:
Zehra Yenge! Açsana!
Açtım.
Ne oldu Mustafa? dedim. İstemesem de sesim dargın çıkıyor.
Hiiç, dedi, ağbi yok mu, oynamaya geldim.
Nasıl diyeyim şimdi ağbin anana kızdı, seninle oynamaz diye.
Öyle kalakaldım kapıda. Mustafa hemen sezdi bir şey var, kırmızı kirpikleri iyice koyulaştı. Benim adamın sesi geldi içerden o sıra. İnliyor.
Mustafa'nın gözleri açıldı: O ses ne Zehra Yenge?
Muzaffer Dayının sesi o, dedim.
Ne yapıyor, dedi.
O şaşkın kocaman gözleri, o çilli çilli suratı... Anasına kızıp çocuğu azarlamak olur mu ki...
Napıcak, dedim. Yumurtluyor.
Nee! dedi.
Onun gözlerinde gördüğüm merakla sinirim uçtu gitti. Gülümsedim.
E dedim senin baban yumurtlamıyor mu? Bekle hele.
Gittim mutfaktan kocaman bir yumurta getirdim.
Al dedim, Muzaffer Dayının yumurtası. Ağbine yumurtlamıştı ama sen al. Git anan pişirsin sen ye bunu.
Çocuk aldı yumurtayı koşa koşa eve gitti.
Aradan üç dört gün geçti geçmedi, Ayşe bir sabah erkenden kapımda bitti.
Zehraa, dedi, Zehraa kurbanın olayım bir şey de şuna.
Yanında Mustafa gözleri ağlamaktan şişmiş.
Geçen buna yumurta vermişsin, Muzaffer Dayın ağbine yumurtluyor demişsin. Kaç gündür ağlamaktan ne yedi ne içti. Benim babam neden bana yumurtlamıyor diye tutturdu. Elini ayağını öpeyim Zehra de şuna bir şey.
Mustafa'yı tuttum kolundan. Gel sen oğlum, dedim, gel ikimiz azıcık konuşalım. Baktım Ayşe eşikte duruyor, ne içeri ne dışarı.
Sen de gel Ayşe, dedim. Gel buz gibi ayran var dolapta. Hararetimizi alır.

tedirginlik

AYAK KABI

Ayakkabı dolabımız küçük. İkimizin ayakkabılarını da almıyor.
Eskiden, o gün hangi ayakkabıyı giydiysek, eve gelince, kapının arkasına, bir gazete kâğıdının üzerine yan yana bırakırdık.
“Gene mi içerde çıkardın? Her taraf çamur olmuş.”
İzinden sonra işe başladığı ilk gün, “Şimdi,” dedi, “sen aklına takarsın bunu. Soramazsın da… En iyisi ben söyleyeyim; tekini giyemesem de ayakkabılarımız yine yan yana dursun istiyorum gazete kâğıdının üzerinde.”
Ben onun kesilmiş bacağına rahatlıkla bakabiliyordum da, giyemediği ayakkabı tekine bakamıyordum nedense. Gözlerimi kaçırıyordum. Sanki gözüm kaysa, bütün direncim kırılacak. İsyan etmek istemiyorum oysa… Ben baktığımda onu sanki ayağı hâlâ varmış gibi görüyorum ya, acaba o kendisini nasıl görüyor?
Yıllık iznimizi deniz kenarında geçirmek istemiştik. Ben pek denizi sevmem. Yine de onu kıramadım. “Gidelim,” dedim. Ben eşyaları hazırlarken, o bilet almaya diye evden çıktı. Kaza haberi geldi.
Hastaneden çıkınca bir süre de evde yattı. Neredeyse hiç dışarı çıkmaksızın. Bir iki kez evin yakınındaki koruya gittik birlikte. Tenha olduğu günlerde.
Sonra ikimizin de izin günleri doldu.
İlk birkaç hafta işyerine götürdüm, iş çıkışı aldım. Saatlerimi ona göre ayarladım.
Sonra sorular sormaya başladı: Kimin için hazırlanıyorsun? Yeni bir etek almak da nerden çıktı? Neden geç geldin?
Bir sabah, “Artık beni götürme” dedi. “Kendim giderim.”
İşyerinde çalıştığı servisi değiştirdiler. Çalışma saatleri kısaldı. “Tek ayakla işlere yetişemediğimi görünce…” Benden sonra çıkıp benden önce gelmeye başladı.
Sabahları hazırlanırken beni izlediğini biliyordum. Sürekli bana bakıyordu. Gözlerinin içinde, ta içinde hep aynı soruyla bakıyordu: Acaba biri için mi hazırlanıyor?
Başkası için hazırlanmadığımı, başkasını istemediğimi anlatsam, onun eksikliğini onaylamış olmaz mıydım?
Gitgide sessizleşti. Yemekte sessiz, yatakta sessiz.
Ona kızamıyorum. Ona bağıramıyorum. Ona sarılamıyorum. Ona dokunamıyorum.
Ona yalnızca bakıyorum.
Kapının arkasında, bir teki yürümekten yıpranmış diğeri hâlâ yepyeni ayakkabısının yanına kendi ayakkabılarımı koyarken, içimde neden bir kaçma isteği uyanıyor?
Bir hafta sonu, “Hadi dışarı çıkıp yürüyelim” dedim. Hüngür hüngür ağladı. “Senin gibi bir kadının yanında ben…”
Sakinleşince beni dizine yatırdı. “Parmağındaki yüzüğe bakarak senden uzak dururlar” dedi. “Ama yanında beni görürlerse, bu adam bu kadına yetmez diye düşünürler. Rahat bırakmazlar seni.”
“Yani hiç mi birlikte dışarıya çıkamayacağız?” diye sordum uysal bir sesle. Bir yandan onu dinliyor, bir yandan da bacağını okşuyordum.
Bir gün eve geldim. Ayakkabılarımı çıkardım. Tam yerine koyacağım, gazetenin üzerinde tek bir ayakkabı olduğunu gördüm. Olduğum yere çöktüm. Hemen cep telefonunu aradım, kapalıydı. İşyerini aradım, saatinde çıkmış.
Kalbimi bir el derinden yakaladı. Ayakkabı dolabını yumruklayarak dakikalarca ağladım. Biraz açılır gibi olduğumda, değneklere yaslanmış, karşımda durduğunu gördüm. “Uyuyakalmışım,” dedi. “Sesine uyandım.” Nedense sesinde bir mutluluk vardı.
Onu karşımda görünce korktum önce. O evdeyse ayakkabı neredeydi? Yoksa? “Yatağa ayakkabıyla mı girdin?” dedim. Sesimdeki kızgınlığa ben bile anlam veremedim.
“Niye yatağa ayakkabıyla gireyim, görmüyor musun orda ya ayakkabım” dedi.
Dolabı açtım. Bütün ayakkabılarının sağ teklerini atmış.
“Zaten dolap ikimize yetmiyordu.” dedi.

kaygı

MENEKŞE EZİKLİĞİ

Oğlum aradı.
Aradığında önce sesi iyiydi. Hatırımı sordu. İyiyim, dedim. Bırak beni şimdi, sen nasılsın? Yemek yedin mi? Üşütmüyorsun değil mi? Kendine dikkat ediyorsun değil mi? Atkını sarıyorsun değil mi?
Sorularımın hepsini yanıtlıyor. O zaman anladım ilk, bir şey var bu çocukta. Yoksa sorularımı pek yanıtlamaz. Ne oldu sana? diye haykırdım dehşet içinde. Sanki bir ateş parçası, kızgın bir demir ciğerimi dağlamış gibi haykırdım: Ne oldu, çabuk söyle!
Ağlamaya başladı. Hıçkırığını duyunca sakinleştim. Benim oğlumun canı serttir, bir yerine bir şey olsa ağlamaz.
Ağlama oğlum, dedim. Canını sıkmaya değmeyecek bir şeydir kesin. Üzme kendini. Anlat anneciğine güzel güzel. Ne oldu?
Sustu bir an. Anne, dedi. Yine ağlamaya başladı.
Bu çocuk huy mu değiştirmiş ne! Ağlamasından korktum. Yine bir sürü soru sordum.
Bir yerine bir şey mi oldu? Ülserin mi azdı? Paranı mı çaldırdın?
Yine bütün sorularımı yanıtladı. Bir yerine bir şey olmadığına, sağlığının yerinde, karnının tok sırtının pek olduğuna emindim artık. Bu bana yeterdi ya, ona niye yetmiyordu?
Oğlum, dedim yine. Bu kez sesim o kadar da derinden çıkmadı. İyiydi, sağlıklıydı, evindeydi; parası pulu, dolabında giysisi, mutfağında yemeği vardı.
Anne, dedi. Sesimde, içimdeki rahatlığın izlerini gizlemeden, söyle annem, dedim.
Anne, dedi, senin getirdiğin menekşeyi devirdim.
Ee? dedim. Öyle bir ee dedim ki, sanki dünyayı o menekşe dengede tutuyordu da saksıyı devirince bütün düzen alt üst oldu. Bizi o menekşenin yaprakları mı gölgeliyordu? O menekşenin kökü mü kıtaları birleştiriyordu?
Sakinleştim bir an. Alt tarafı menekşe…
Saksıya ek yine, dedim.
Her tarafa saçıldı, dedi.
Cam mı ki bu oğlum her tarafa saçılsın?
Ses yok.
Yapraklarını suya koy, dedim.
Anne, yaprağı falan kalmadı, dedi.
Uzun bir sessizlik oldu.
Çok yıllar önceydi. Yeni evlendiğimiz günler. Kocamın annesi evimize güzel paketlenmiş bir saksı çiçeği getirmişti. Nasıl da güzel, nasıl da canlı… Öyle sağlıklı… Kocam olsa olsa oğlumun şimdiki yaşındaydı. Annesi gidince, buna iyi bak, dedi. Buna bir şey olursa seni hiç affetmem. Gücenmiştim. Neden bir şey olsundu canım çiçeğe durduk yerde!
Gücenmiştim gücenmesine ya, korkmuştum asıl. Gençlik… Bir yandan o çiçeğe gözüm gibi bakıyor, bir yandan da onun bir an önce kurumasını istiyordum. Birkaç aya kalmadı, o içinden sağlık fışkıran menekşe kurudu gitti.
Kocam o günlerde bir şey demedi. Aradan yıllar geçti. O menekşenin üstüne ne çiçekler, o tatsızlığın üstüne ne kavgalar, o gücenmenin üstüne ne küsüp barışmalar…
Kocam aldı beni karşısına bir gün, annemin hediye ettiği menekşeyi, dedi, yere atıp parçalasan daha iyiydi. Sen içten içe bir öfkeyle baktın ona, içini yiyerek öldürdün çiçeği. Anneme duyduğun, günden güne büyüyen kinin gibi…
Annesini kaybettiğinin ya kırkıncı gecesiydi, ya elli ikinci.
Oğlumun sesiyle irkildim: Anne? Ağlaması dinmişti.
Arayacağım seni şimdi, dedim. Kapadım telefonu.
Bu anıyla birlikte, büyük bir dalgalanma yaşadım. Kıyılarımı kıskançlık dalgaları dövdü durdu. Çaresizce duyulan kini, sevdiğini paylaşamamanın verdiği acıyı iyi bilirdim. Hem kendimden, hem kocamın annesinden tattığım bir acıydı bu.
Yüzümü yıkadım. Soğuk suyla. Defalarca. Nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Aynada kendime, özellikle de gözlerime baktım. Gözlerimin içine içine baktım aynada.
Her evin canımda bir saksı, her saksıda bir menekşe… Menekşe içten içten şehvetle büyür, dışta kalan yaprakları mutlaka solar. Kadınlık bir menekşenin hem diriliğini hem solgunluğunu taşımaksa, bunu kabul etmek kolay değil. Nedense bunu fark etmek, kadınca bir ezikliği beraberinde getiriyor.
Oğlumu aradım. Okulun bu dönem bitiyor, dedim. Ben mezuniyetine kadar gelemem. Kızla ancak mezuniyetinde tanışırız. Menekşe için ne dedi diye sorarsa, olur öyle şeyler dedi, dersin.
Oğlum, hangi kız, ne kızı… diye gevelerken telefonu kapadım.

pişmanlık

İnsan pişmanlığını kendisi mi seçiyor? Hayatta seçim yapacak kadar hâkim yaşadığımız bir yalan mı, hakikat mi? Nasıldı: Mantık kaderin önüne geçerse kendisi kader olur... Antik çağ her durum için bir söz söylemiş zaten. Bize bunları yineleyip, vay, demek kalmış. Gökgürültüsünün Zeus'un kızgınlığı, baharın Demeter'in kızına kavuşmasının kutlaması olduğunu düşünerek yaşamak tam bana göreymiş. Sofraya, belki gelir diye, bereket tanrıçası için de bir tabak koymak... Kap formlarının desenlerinden hayaller kurmak bana göreymiş...

5 Şubat 2009 Perşembe

korku

İnsan korkusunu hep yanında mı taşıyor? Büyük bir çanta gibi zihin. Büyük mü büyük bir kadın çantası -kadın mı büyük, çanta mı belli değil, herkesin kendi kadın ve çanta deneyimine bağlı değişiyor-. İçinde ne olduğunu kendisi bile bilmiyor. Ne olabileceği konusunda elbette fikri var; ama bir şey aradığında altını üstüne getirmeden bulamıyor. Sonra en olmadık zamanda bir not kâğıdı, uzun zamandır bulamadığı bir toka, bir telefon numarası karalanmış bir gazete parçası... Bir sinema bileti, bir çamsakızıçobanarmağanı ve sırf bu özelliği nedeniyle çantanın en derinlerinde kaybolmaya terk edilmiş bir şey -süs, bir küpe parçası ki teki kim bilir ne zaman nerede düşmüştür-... İnsan insanları hep zihninde mi taşıyor? Ben -de- kalpte taşındığını sanırdım. Elimi kalbimin üstüne koymam bundandı. Elimi boynumda tutarken peki? Eski bir boğma isteği - kimi mi? Kendimi, en başta kendimi; sevdiğim veya sevmediğim pek çok şeyi barındıran kendime en yakın olan birini sonra-. İnsan kendini bir yerde bırakabilir mi? İnsanın kendini terk edeceği huzurevleri kurulsun. Kendi-evleri. Eski bir Trakya sözü: kendiliksiz. Kendimi terk etsem, istemezsem hiç geri almasam, ya da hadi o kadar da olmasın da, tatile giderken evin anahtarını komşuya bırakmak gibi olsun; çiçekleri sulasın diye. İnsanın içinde kalmaz mı acaba, evine bir başkasının gireceğinin irkiltici hissi? Evin anahtarları - sadece o evde yaşayanlarda olması gereken bir giriş izni; anahtarın bunca değerli bir imgesi olması boşuna değildir sanki. Kalbimin anahtarı geliyor elbet bir de insanın aklına. İnsanın kalbinin anahtarı olur mu? Buna sonra geleyim; şimdi yine bir kendi ilişkisi. Kendi-evi sözü başka bir anlam -daha- kazanır böylece. Bir çeşit yuva gibi, ya da hayvan barınağı gibi: Tatile mi gideceksiniz; peki neden kendinizi de oraya sürükleyesiniz ki? Onbeş günlük kendi-kasası satın alın; kendinizi güven içinde o kasada saklayın; döndüğünüzde alır ve yaşamınıza devam edersiniz. Böylece kendinizle ilgili hiçbir sorununuz sizinle gelmez. Neden kasa dedim? Kendisi insanın, bunca değerli mi? Eğer öyleyse neden bir yere bıraksın ki? Ve tam tersi, bunca değerliyse neden sürekli yanında taşıyıp eskitiyor ki? Bunu daha önce farklı düşünmüştüm. Bir urne idi gözümün önüne gelen. Toz - insanın kendisi. Kir? Sanmam. İnsan kendisini hep yanında taşımak zorunda mı?