13 Şubat 2009 Cuma

kaygı

MENEKŞE EZİKLİĞİ

Oğlum aradı.
Aradığında önce sesi iyiydi. Hatırımı sordu. İyiyim, dedim. Bırak beni şimdi, sen nasılsın? Yemek yedin mi? Üşütmüyorsun değil mi? Kendine dikkat ediyorsun değil mi? Atkını sarıyorsun değil mi?
Sorularımın hepsini yanıtlıyor. O zaman anladım ilk, bir şey var bu çocukta. Yoksa sorularımı pek yanıtlamaz. Ne oldu sana? diye haykırdım dehşet içinde. Sanki bir ateş parçası, kızgın bir demir ciğerimi dağlamış gibi haykırdım: Ne oldu, çabuk söyle!
Ağlamaya başladı. Hıçkırığını duyunca sakinleştim. Benim oğlumun canı serttir, bir yerine bir şey olsa ağlamaz.
Ağlama oğlum, dedim. Canını sıkmaya değmeyecek bir şeydir kesin. Üzme kendini. Anlat anneciğine güzel güzel. Ne oldu?
Sustu bir an. Anne, dedi. Yine ağlamaya başladı.
Bu çocuk huy mu değiştirmiş ne! Ağlamasından korktum. Yine bir sürü soru sordum.
Bir yerine bir şey mi oldu? Ülserin mi azdı? Paranı mı çaldırdın?
Yine bütün sorularımı yanıtladı. Bir yerine bir şey olmadığına, sağlığının yerinde, karnının tok sırtının pek olduğuna emindim artık. Bu bana yeterdi ya, ona niye yetmiyordu?
Oğlum, dedim yine. Bu kez sesim o kadar da derinden çıkmadı. İyiydi, sağlıklıydı, evindeydi; parası pulu, dolabında giysisi, mutfağında yemeği vardı.
Anne, dedi. Sesimde, içimdeki rahatlığın izlerini gizlemeden, söyle annem, dedim.
Anne, dedi, senin getirdiğin menekşeyi devirdim.
Ee? dedim. Öyle bir ee dedim ki, sanki dünyayı o menekşe dengede tutuyordu da saksıyı devirince bütün düzen alt üst oldu. Bizi o menekşenin yaprakları mı gölgeliyordu? O menekşenin kökü mü kıtaları birleştiriyordu?
Sakinleştim bir an. Alt tarafı menekşe…
Saksıya ek yine, dedim.
Her tarafa saçıldı, dedi.
Cam mı ki bu oğlum her tarafa saçılsın?
Ses yok.
Yapraklarını suya koy, dedim.
Anne, yaprağı falan kalmadı, dedi.
Uzun bir sessizlik oldu.
Çok yıllar önceydi. Yeni evlendiğimiz günler. Kocamın annesi evimize güzel paketlenmiş bir saksı çiçeği getirmişti. Nasıl da güzel, nasıl da canlı… Öyle sağlıklı… Kocam olsa olsa oğlumun şimdiki yaşındaydı. Annesi gidince, buna iyi bak, dedi. Buna bir şey olursa seni hiç affetmem. Gücenmiştim. Neden bir şey olsundu canım çiçeğe durduk yerde!
Gücenmiştim gücenmesine ya, korkmuştum asıl. Gençlik… Bir yandan o çiçeğe gözüm gibi bakıyor, bir yandan da onun bir an önce kurumasını istiyordum. Birkaç aya kalmadı, o içinden sağlık fışkıran menekşe kurudu gitti.
Kocam o günlerde bir şey demedi. Aradan yıllar geçti. O menekşenin üstüne ne çiçekler, o tatsızlığın üstüne ne kavgalar, o gücenmenin üstüne ne küsüp barışmalar…
Kocam aldı beni karşısına bir gün, annemin hediye ettiği menekşeyi, dedi, yere atıp parçalasan daha iyiydi. Sen içten içe bir öfkeyle baktın ona, içini yiyerek öldürdün çiçeği. Anneme duyduğun, günden güne büyüyen kinin gibi…
Annesini kaybettiğinin ya kırkıncı gecesiydi, ya elli ikinci.
Oğlumun sesiyle irkildim: Anne? Ağlaması dinmişti.
Arayacağım seni şimdi, dedim. Kapadım telefonu.
Bu anıyla birlikte, büyük bir dalgalanma yaşadım. Kıyılarımı kıskançlık dalgaları dövdü durdu. Çaresizce duyulan kini, sevdiğini paylaşamamanın verdiği acıyı iyi bilirdim. Hem kendimden, hem kocamın annesinden tattığım bir acıydı bu.
Yüzümü yıkadım. Soğuk suyla. Defalarca. Nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Aynada kendime, özellikle de gözlerime baktım. Gözlerimin içine içine baktım aynada.
Her evin canımda bir saksı, her saksıda bir menekşe… Menekşe içten içten şehvetle büyür, dışta kalan yaprakları mutlaka solar. Kadınlık bir menekşenin hem diriliğini hem solgunluğunu taşımaksa, bunu kabul etmek kolay değil. Nedense bunu fark etmek, kadınca bir ezikliği beraberinde getiriyor.
Oğlumu aradım. Okulun bu dönem bitiyor, dedim. Ben mezuniyetine kadar gelemem. Kızla ancak mezuniyetinde tanışırız. Menekşe için ne dedi diye sorarsa, olur öyle şeyler dedi, dersin.
Oğlum, hangi kız, ne kızı… diye gevelerken telefonu kapadım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder