13 Şubat 2009 Cuma

tedirginlik

AYAK KABI

Ayakkabı dolabımız küçük. İkimizin ayakkabılarını da almıyor.
Eskiden, o gün hangi ayakkabıyı giydiysek, eve gelince, kapının arkasına, bir gazete kâğıdının üzerine yan yana bırakırdık.
“Gene mi içerde çıkardın? Her taraf çamur olmuş.”
İzinden sonra işe başladığı ilk gün, “Şimdi,” dedi, “sen aklına takarsın bunu. Soramazsın da… En iyisi ben söyleyeyim; tekini giyemesem de ayakkabılarımız yine yan yana dursun istiyorum gazete kâğıdının üzerinde.”
Ben onun kesilmiş bacağına rahatlıkla bakabiliyordum da, giyemediği ayakkabı tekine bakamıyordum nedense. Gözlerimi kaçırıyordum. Sanki gözüm kaysa, bütün direncim kırılacak. İsyan etmek istemiyorum oysa… Ben baktığımda onu sanki ayağı hâlâ varmış gibi görüyorum ya, acaba o kendisini nasıl görüyor?
Yıllık iznimizi deniz kenarında geçirmek istemiştik. Ben pek denizi sevmem. Yine de onu kıramadım. “Gidelim,” dedim. Ben eşyaları hazırlarken, o bilet almaya diye evden çıktı. Kaza haberi geldi.
Hastaneden çıkınca bir süre de evde yattı. Neredeyse hiç dışarı çıkmaksızın. Bir iki kez evin yakınındaki koruya gittik birlikte. Tenha olduğu günlerde.
Sonra ikimizin de izin günleri doldu.
İlk birkaç hafta işyerine götürdüm, iş çıkışı aldım. Saatlerimi ona göre ayarladım.
Sonra sorular sormaya başladı: Kimin için hazırlanıyorsun? Yeni bir etek almak da nerden çıktı? Neden geç geldin?
Bir sabah, “Artık beni götürme” dedi. “Kendim giderim.”
İşyerinde çalıştığı servisi değiştirdiler. Çalışma saatleri kısaldı. “Tek ayakla işlere yetişemediğimi görünce…” Benden sonra çıkıp benden önce gelmeye başladı.
Sabahları hazırlanırken beni izlediğini biliyordum. Sürekli bana bakıyordu. Gözlerinin içinde, ta içinde hep aynı soruyla bakıyordu: Acaba biri için mi hazırlanıyor?
Başkası için hazırlanmadığımı, başkasını istemediğimi anlatsam, onun eksikliğini onaylamış olmaz mıydım?
Gitgide sessizleşti. Yemekte sessiz, yatakta sessiz.
Ona kızamıyorum. Ona bağıramıyorum. Ona sarılamıyorum. Ona dokunamıyorum.
Ona yalnızca bakıyorum.
Kapının arkasında, bir teki yürümekten yıpranmış diğeri hâlâ yepyeni ayakkabısının yanına kendi ayakkabılarımı koyarken, içimde neden bir kaçma isteği uyanıyor?
Bir hafta sonu, “Hadi dışarı çıkıp yürüyelim” dedim. Hüngür hüngür ağladı. “Senin gibi bir kadının yanında ben…”
Sakinleşince beni dizine yatırdı. “Parmağındaki yüzüğe bakarak senden uzak dururlar” dedi. “Ama yanında beni görürlerse, bu adam bu kadına yetmez diye düşünürler. Rahat bırakmazlar seni.”
“Yani hiç mi birlikte dışarıya çıkamayacağız?” diye sordum uysal bir sesle. Bir yandan onu dinliyor, bir yandan da bacağını okşuyordum.
Bir gün eve geldim. Ayakkabılarımı çıkardım. Tam yerine koyacağım, gazetenin üzerinde tek bir ayakkabı olduğunu gördüm. Olduğum yere çöktüm. Hemen cep telefonunu aradım, kapalıydı. İşyerini aradım, saatinde çıkmış.
Kalbimi bir el derinden yakaladı. Ayakkabı dolabını yumruklayarak dakikalarca ağladım. Biraz açılır gibi olduğumda, değneklere yaslanmış, karşımda durduğunu gördüm. “Uyuyakalmışım,” dedi. “Sesine uyandım.” Nedense sesinde bir mutluluk vardı.
Onu karşımda görünce korktum önce. O evdeyse ayakkabı neredeydi? Yoksa? “Yatağa ayakkabıyla mı girdin?” dedim. Sesimdeki kızgınlığa ben bile anlam veremedim.
“Niye yatağa ayakkabıyla gireyim, görmüyor musun orda ya ayakkabım” dedi.
Dolabı açtım. Bütün ayakkabılarının sağ teklerini atmış.
“Zaten dolap ikimize yetmiyordu.” dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder